Cuma , 26 Nisan 2024

İKTİSADİ BÜYÜME VE İKTİSADİ KALKINMA AYRIMI

Giriş

Bu bölümde, iktisadi büyüme ve iktisadi kalkınma kavramlarının tanımları ile aralarındaki farklar ele alınırken, iktisadi yapı, iktisadi gelişme ve yapısal değişim gibi bazı temel kavramlar açıklanmıştır.

2.1. İktisadi Yapı

İktisadi yapı bir toplumun üretim ilişkileri, üretim biçimi, diğer toplumlarla olan her türlü iktisadi alışverişi, üretim kaynakları, üretimini sağladığı sektörler, ekonomiyi etkileyen ve bir sürece doğru ilerleten her türlü siyasi, kültürel, geleneksel yapılanmalar ve diplomatik ilişkilerden oluşmaktadır. İktisadi yapının tanımı çok geniş unsurlara dayanmaktadır; genel anlamda toplumsal ve sosyoekonomik ilişkilerdir. Aynı zamanda kişilerin üretken güçler üzerindeki haklarıdır. Bir ekonominin yapısı üretim yapısı, istihdam yapısı, milli gelir dağılımı yut içi ve yurt dışı faaliyetler içermektedir ve her birinin oranları ekonomik yapıyı temsil etmektedir.

İktisadi yapı, insanların sonsuz ihtiyaçlarını karşılamak ve kaynakları buna uygun değerlendirmek amacıyla başvurulan iktisadi sistemler ve sistemlerin öğesi, rejimler arasında yer alan bir kavramdır. Bu kavram, zaman ve yer bakımından ekonomik üniteyi oluşturan; tarım, sanayi ve hizmetler sektörlerinin hâsıladaki payları gibi oranlar ve bağıntılar gibi bir bütünün unsurlarının nispi büyüklüklerinden oluşmaktadır.

2.2. İktisadi Gelişme

Ekonomi disiplini içinde iktisadi gelişme kavramı, ekonomik büyüme ve yapısal değişme kavramları ile karşılıklı olarak yoğun ve karmaşık bir ilişki içindedir. Gelişme iktisadı çerçevesinde ekonomik gelişme, ekonomik büyüme ve ekonomik yapısal değişmeye atfedilen anlamlar çoğu zaman birbirine karışmıştır. Özellikle iktisadi büyüme ile iktisadi gelişme uzun süre birbirlerinin yerine geçecek şekilde eş anlamlı olarak kullanılmıştır. Yapısal değişme ise, iktisadi gelişme ve büyümeyi tanımlamak ve aralarındaki farkı vurgulamak üzere ara bir kategori olarak ortaya çıkmaktadır.

Schumpeter’e göre iktisadi gelişme, iktisadi akımın alışılmış yörüngesini terk edip daha yüksek seviyede ikinci bir denge sathına sıçraması demektir. Bu sıçramayı sağlayan itici güç ise, iktisadi hayata getirdiği yeniliklere piyasanın alışılmış düzenini temelinden sarsan girişimcilerdir. Bütün bu yenilikler belirli zaman noktalarında biriktikleri için gelişme dalgalı bir seyir izler. İktisadi gelişmenin dalgalı seyrine karşın yavaş ve sindirici ilerlemelere Schumpeter, büyüme adını vermiştir.

İktisadi gelişme; kişi başına düşen gelirdeki artış oranının yanında ülkenin ekonomik, toplumsal, kültürel yapısının da olumlu olarak değişmesini içine alır. Ekonomik gelişme içinde olan ülkelerde üretim faktörlerinin kullanım oranları artar. Sanayi ve teknolojinin ihracattaki payı ile birlikte ülkenin toplumsal, sosyal, kültürel yapısında olumlu değişmeler meydana gelir.

İktisadi gelişmeyi iktisadi büyümeden ayıran temel farklılık, gelişme sürecinin yapısal değişimi içermesidir. İkisi arasındaki bir diğer fark ise gelir dağılımı üzerindeki etkileridir. Çıktıdaki artışla tanımlanan ekonomik büyüme gelirin daha eşit dağılımını sağlayacak herhangi bir yetkiye sahip değildir. Buna karşılık ekonomik gelişme yalnız yapısal değişme ve daha fazla çıktı anlamına gelmemekte, aynı zamanda bu süreçte elde edilen kazanımların daha adil dağılımını da kapsamaktadır.

2.3. Yapısal Değişim

İktisadi gelişme ve büyümenin yanı sıra bir ara kategori olarak ortaya çıkan yapısal değişim, esas olarak, dönüşüm kavramı ile adlandırılır. Yapısal dönüşüm ile ima edilen genel olarak tarım sektöründen sanayi sektörüne doğru bir kayma ve bu kaymanın sonuçlarıdır. Bu dönüşüm süreci kentleşme, demografik dönüşüm ve gelir dağılımındaki sosyoekonomik süreçlerle de yakından ilişkilidir.

Ekonomideki yapısal değişmeler, tarihsel süreçte, büyümenin sağlanmasında önemli bir faktördür. Ekonomideki kaynaklar, bu süreçte düşük verimli sektörlerden daha verimli sektörlere kaymaktadır. Kısa ve orta dönem analizleri, ekonomideki genel verimlilik artışına, sektörler arası istihdam kaymalarından daha çok, sektör içi verimlilikteki değişimlerin katkısına dikkat çekmektedir. Ekonomik büyümenin sürdürülebilir kılınmasının; sanayi ve hizmetler sektörlerinin toplam hâsıladaki payının, toplam istihdamın içinde yüksek verimliliğe sahip istihdam oranının ve toplam üretim içerisinde yüksek katma değerli ürünlerin payının artmasına dayalı olduğu, iktisat tarihinde kendine yer bulmuş bir gerçektir. Aşağıdaki tablo, Türkiye’nin yaşadığı yapısal değişim sürecini göstermektedir:

Grafik 2 / Kaynak: data.worldbank.org

Ekonomide yapısal dönüşümlerin meydana gelmesi, insan yaşamının sadece iktisadi boyutunda değil, çok çeşitli boyutlarda sonuçlara yol açmakta ve bu yönüyle, ekonomide de iç içe geçmiş nitelikte pek çok yansımaya neden olmaktadır. Buna ilaveten, ekonominin; karmaşık ilişkileri içerisinde barındıran, uzun soluklu ve durmak bilmeyen bir süreç olması, tüm ekonomik olayların geniş bir perspektifte değerlendirilmesini zorunlu kılmaktadır. Bu doğrultuda, hem yapısal dönüşümler neticesinde ekonomide ortaya çıkan yansımaların hem de ekonominin bizatihi içerisinde bulunduğu koşulların birlikte ele alınması gerekmektedir.

Öte yandan ekonominin büyüme sürecinde, ekonomik yapıyı oluşturan unsurların birbirlerine göre konumlarında değişmelerin olması, yani ekonomik yapının değişmesi kaçınılmazdır. Bu yapısal değişikliklerin, aynı zamanda kalkınma sürecinin belirleyici özelliklerini oluşturması, kalkınma literatüründe ekonomik kalkınma ile yapısal değişmenin eş anlamlı olarak da kullanılmasına yol açmaktadır.

2.4. İktisadi Büyüme ve İktisadi Kalkınma Kavramları

2.4.1. Ekonomide Niceliksel Gelişme: Büyüme

İktisadi büyüme İngiltere’de başlayan Sanayi Devrimi ile ortaya çıkmış bir kavramdır; büyüme, gelişme, kalkınma, sanayileşme ve modernleşme gibi farklı kavramlarla anlatılan bir değişim ve dönüşüm sürecini ifade eder. Bu sürecin neden bazı ülkelerde daha önce başladığı ya da daha hızlı seyrettiği iktisadi büyüme ve gelişme kavramlarının konusunu oluşturur. Her ne kadar aynı sürece işaret etse de büyüme ve gelişme farklı kavramlardır.

İktisadi büyüme kavramı bir toplumun ekonomisinde hem iktisadi faaliyetlerin ölçeğinde meydana gelen bir büyümeye, hem de iktisadi faaliyetlerin toplam ölçeğindeki büyüme toplam nüfustaki büyümeden fazla olduğu için, kişi başına hasılanın büyümesine işaret eder. Bu durumda iktisadi faaliyetlerde, kaynakları birbirleriyle nisbi ilişkilerinin de değişmesi söz konusudur. Nisbi ilişkilerde bu türden değişmelerin, ilgili kültürün, toplumun bilgi birikimi, örgütlenme, teknoloji ve benzeri özelliklerinden ortaya çıkan değişmelerle bağlantılı olduğu rahatlıkla söylenebilir. Toplumlardaki çeşitli insan etkinlikleri, insan ilişkileri, beşeri, toplumsal kurumlar ve beşeri ile maddi kaynak varlıklarının birbirlerine göre nisbi konumları ise, bu toplumların oluşturduğu gerçeklik alanını alırken bunların yapısı da söz ettiğimiz analiz boyutunu oluşturur.

Bir ülkenin üretim kapasitesini genişletmesi için kullandığı araçlarla ilgili bir kavram olan ekonomik büyümeyi açıklayan dört temel değişken bulunmaktadır. Ekonomik büyümeyi işgücü, doğal kaynaklar, reel sermaye ve teknoloji düzeyinin durumu ve bu faktörlerin kalitesi ile açıklayabiliriz. Bu faktörler ekonomik büyümenin temel belirleyicileri olarak adlandırılmaktadır. Başka bir deyişle ekonominin üretim potansiyelleridir. Ekonomik büyümeden kastedilen üretim kapasitesini belirleyen bu unsurların geliştirilmesi olarak düşünülmektedir. Bir ülkedeki üretim hacminin geliştirilerek yaygınlaştırılması ortaya konan değişkenlerin varlığına bağlıdır.

Grafik 3 /Kaynak: www.mahfiegilmez.com

İktisadi büyüme, kişi başına reel (yani fiyat değişmelerinden arındırılmış) hasıladaki artışları ima eder. Bu artışlar, ancak uzun dönemde ülkenin üretim ölçeğinin veya potansiyelinin genişlemesi veya daha üretken kullanılması sayesinde (yani üretim faktörlerinin miktarlarındaki ve/veya üretkenliklerindeki artışlarla) ortaya çıkartılabileceğinden, iktisadi büyüme sorunu, genellikle bir uzun vade sorunu olarak kabul edilir. İktisadi büyümenin karakteristik olguları aşağıda maddeler hâlinde özetlenmiştir:

  1.  Kişi başına sermaye sürekli artmaktadır.
  2.  Sermayenin getiri oranı istikrarlıdır.
  3.  Sermaye/hâsıla katsayısı istikrarlıdır.
  4.  Uzun dönemde sermaye ile emek arasındaki gelir bölüşümü istikrarlıdır.
  5.  Uzun dönemde çeşitli ülkelerde üretkenlik, farklı oranlarda artmaktadır.
  6.  Ortalama büyüme oranı her ülkede kendi makroekonomik parametrelerine bağlı olarak başlangıç gelir düzeyinin bir fonksiyonudur.
  7.  Dış ticaret hacminin büyüme oranıyla, reel gelirin büyüme oranı arasında güçlü bir ilişki vardır.
  8.  Nüfus artış hızıyla, kişi başına gelir düzeyi arasında negatif bir ilişki vardır.
  9.  Sermaye ve nitelikli işgücü ile niteliksiz işgücü, zengin bölge ve ülkelere doğru göç etmektedir. Bu nedenle üretim faktörleri aynı yöne doğru hareket etmekte ve üretim büyük ölçüde zengin bölgelerde yoğunlaşmaktadır. Bu şekilde belli bir mekânda ortaya çıkan kritik kütlenin yarattığı görevdeşlik, endüstriyel kümelenmelere ve odaklaşmalara yol açmaktadır. Bu kümelenmeler ve odaklaşmalar ise, yarattığı ağ dışsallıkları nedeniyle bölgeler arasında gelir farklılıkları yaratmaktadır. Sonuç olarak, bu süreçte merkezcil kuvvetler merkezkaç kuvvetlere egemen olmaktadır.
  10.  Kişi başına fiziki sermaye birikimi kişi başına reel gelir artışını tek başına açıklamada yetersizdir. Ülkeler arasındaki kişi başına reel gelir düzeyi veya büyüme oranı farklılıklarını, faktör birikiminin ötesinde, Solow “artık”ı veya toplam faktör verimliliği açıklamaktadır.
  11.  Kişi başına düşen reel gelir düzeyi bakımından ülkeler arasında büyük ve giderek artmakta olan farklılıklar vardır. Koşullu yakınsamanın yanı sıra, ondan daha çok ıraksama geçerlidir.
  12.  Sermaye birikimi sürekli bir olgu olmasına karşılık, iktisadi büyüme göreli ve tarihsel bir olgudur.
  13.  Kişi başına gelir düzeyi bakımından önder ülke olma konumları geçicidir. Başka bir deyişle, zengin ülkeler zamanla fakir, fakir ülkelerse zamanla zengin ülke hâline gelebilir.
  14.  Ulusal iktisat politikaları, kişi başına gelir düzeyi yanında uzun dönemli büyüme oranı üzerinde de etkilidir.

Özellikle son yirmi yılı kapsayan dönemde “neden bazı ülkelerin zengin, neden bazılarının yoksul olduğu” sorusuna yanıt arayan ve makro iktisat literatüründeki ağırlığı giderek artan kuramsal ve deneye dayalı çalışmalarda; genel olarak ülkeler ve bölgeler arasındaki koşullu / koşulsuz yakınsama incelenmekle beraber, özel olarak teknolojik değişmede, beşeri sermaye ve eğitimde, para ve maliye politikalarında, gelir dağılımında, kurumsal yapıda, insan hakları ve politik özgürlükler ile politik istikrar endekslerinde, finansal aracılığın gelişimi ile dış ticarette serbestlik derecesinde farklılıklar gibi çeşitli etkenler, ülkeler arasında gözlenen kişi başına gelir düzeyi veya büyüme oranı farklılıklarının temel açıklayıcıları olarak sunulmaktadır.

2.4.2. Büyümeyi İçine Alan Bir Kavram Olarak Kalkınma

İnsanlık tarihinin başlangıcından bu yana, çeşitli gelişme evreleri geçiren toplumlar sahip oldukları değerleri korumak ve bunları sağlıklı bir şekilde bir sonraki nesillere aktarmak adına uygulamaya koydukları politikaları geliştirme çabasına girmişlerdir. Medeniyet olarak adlandırılan seviyeye gelebilmek ve bu kavramın niteliklerini gerçekleştirebilmek için zorlu süreçlerden ve çatışmalardan geçmişlerdir. Geçmişten bu yana getirdikleri değerleri geliştirmek isteyen toplumlar, diğer ülkelerin de durumlarını anlayabilecek karşılaştırmalı analizlere yer vermişler, mevcut durumlarını ileriye taşıyacak faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Bu faaliyetleri de başarıyla yerine getirebilmek için sonsuz ihtiyaçlarını kıt kaynaklarla etkin kullanabilmeyi, üretken olabilmeyi ve bölüşüm sorunlarını çözümleyebilmeyi hedeflemişlerdir. Bu anlamda ortaya çıkan kalkınma kavramı rakamsal ifadelerin yetersizliklerine çözüm olarak geliştirilmiş ve toplumsal değişimin sağlanmasındaki sürecin ilk ayağını oluşturmuştur. Gerçekten de büyüme ve gelişme kavramlarının ötesinde kendine yeni bir inceleme konusu oluşturan kalkınma kavramı son dönemlerde yükselişini arttırmış ve dikkat çeken bir ölçüt olarak göze çarpmıştır.

İktisadi kalkınma, bir ülkedeki milli gelir seviyesinin artırılmasının yanı sıra sosyal, kültürel ve politik alanlardaki yapısal değişim ile birlikte bir bütün olarak refah artışlarını ifade etmektedir. Böylece iktisadi kalkınma kavramı, genel olarak az gelişmiş ülkelerdeki değişim süreci ile ilgilidir. Toplumun refah düzeyinin artırılması, yoksulluğun azaltılması, teknolojik gelişimin hızlandırılarak yeni üretim girdilerinin kullanılması ve buna bağlı olarak daha fazla çıktı yaratılması, farklılaştırılmış üretim yöntemlerinin harekete geçirilmesi, reel gelirin hızlı ve istikrarlı artışının sağlanması ve toplumun demografik özelliklerine uyumlu olacak şekilde yapısal değişimin gerçekleştirilmesi kalkınma konuları içinde değerlendirilir.

Bir ülkenin kalkınmasının temel unsuru ülkede çalışabilen nüfusun güçlü yapısına bağlıdır. Tarih boyunca bütün ülkeler ekonomik faaliyetlerini en uygun şekilde yerine getirebilmek, belirli bir refah seviyesine ulaşabilmek için sürekli bir savaşım içinde olmuşlardır. İlk çağlarda tamamıyla kas gücüne dayalı çalışma hayatı zamanla makinelerin de yardımıyla yerini yavaş yavaş bilginin, mesleki becerinin ön plana çıktığı eğitimli donanımlı çalışanlara bırakmaya başlamıştır. Artan teknolojik imkânlar ve gelişen bilgi birikimi ile istihdam politikaları da üzerinde en çok durulan konular arasında yerini almıştır. Ekonomik büyümeden farklı olarak ekonomik kalkınma beş öğeyi bir araya getirilmelidir:

  1.  Kendi kendisini sürdürebilen büyüme
  2.  Üretim kalıplarında yapısal değişim
  3.  Teknolojik ilerleme
  4.  Sosyal, politik ve kurumsal modernleşme
  5.  İnsani koşullarda geniş çaplı iyileştirmeler.

Ekonomi literatüründe kalkınma ile gelişme kavramları bazen aynı anlamda kullanılmaktadır. İktisadi kalkınma, bir ülkede üretim ve gelir artışlarının yanı sıra ekonomik, sosyal, kültürel ve politik alanlarda yaşanan yapısal değişim süreci olarak tanımlanabilir. Kalkınma kavramıyla, ülkede yaşanan niceliksel artışların yanı sıra niteliksel değişme yolundaki her şeye işaret etmektedir. Sanayileşme, büyüme, gelişme, yapısal değişim ve hatta modernleşme anlamları da atfedilen Kalkınma kavramı, toplumların gelişme ve değişim sürecine uygun olarak, farklı dönemlerde değişik içerik ve anlamlarda kullanılmıştır. Teorilerde olduğu gibi günlük konuşmalarda da hâlen kavramın içeriği tam olarak anlaşılamamakta olup, sanayileşmenin ya da büyümenin bazen de modernleşmenin yerine kullanılmaktadır.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, bir ülkenin kalkınma süreci, ekonomik büyümesinden öte başka niteliksel öğeleri de içermelidir; ekonomik olarak büyüdükleri hâlde toplumun genelinde refah seviyesini yükseltememiş ülkeler vardır. Örneğin, Katar, 65 bin dolar ile kişi başına düşen yüksek gelir seviyesine karşın, vatandaşları batılı kapitalist toplumların kabul ettiği tarzda bir yaşam standardına sahip değiller. Örneğin bu ülkede kadınlar bahsedilen gelir seviyesinin sonuçlarından erkeklerle eşit düzeyde yararlanamazlar. Benzer bir durum, kişi başına düşen gelir seviyesi 43 bin dolar olan Kuveyt için de geçerlidir. Dolayısıyla bir ekonomi büyüdüğü hâlde, yoksulluk sınırı altında yaşayan insanların sayısında bir artış varsa, bu ülkeler için kalkınmış ya da gelişmiş ülke ifadesini kullanamayız.

Kaynak: AFP

Geçmiş yıllarda büyüme ve kalkınma eşanlamlı olarak kullanıldığı gibi, bugün bile pek çok araştırmacının bu iki farklı kavramı birbiri yerine kullandığını görüyoruz. Oysa büyüme, esas olarak ve çoğu zaman sadece üretim miktarı ya da gelirdeki artışı gösterirken, kalkınma, ülkenin potansiyelini genişleten yapısal, kurumsal ve niteleyici değişimleri de ifade etmektedir. Dolayısıyla aralarında aslında çok büyük bir fark söz konusudur. Bu fark, bir ülkenin gayri safi milli hasılasındaki ya da gayri safi yurtiçi hasılasındaki büyümenin, o ülkenin gelişmesiyle ilgili problemlerini her zaman çözemeyeceği anlamına da gelir.

Bir ülkenin ekonomik kalkınmasının ardında yatan temel düşüncelerden biri, GSMH ya da GSYH’daki artışın, ülkenin geniş kitleleri tarafından paylaşılmasının adil ve eşitlikçi bir anlayışla gerçekleşmesi gerektiği düşüncesidir. Bu anlamda ekonomik kalkınma ekonomik büyümeyi içermektedir ancak ekonomik büyüme her zaman ekonomik kalkınma anlamına gelmemektedir. Kısacası ekonomik kalkınma, sadece üretilen miktarın değil üretilenlerin neler olduğu ve nasıl dağıldığının da önemli olduğunu göstermesi bakımından ekonomik büyümeden farklıdır.

Perroux (1961), yapısal değişimden hareketle büyüme ile kalkınma arasındaki farkı şu şekilde ortaya koymaktadır: “Kalkınma, bir toplumun sosyal ve mantık değişmelerinin kombinezonudur. Bu kombinezon dünya çapında reel hasılayı sürekli ve birikintili bir şekilde artırmaya elverişlidir.” Bu tanımda da değinilen sosyal ve mantık değişimlerinden kasıt, toplumsal yapı ve kurumsal yapının işbirliği içinde işlemesi, birbirini etkilemesi ve bunu bir süreç dâhilinde gerçekleştirebilmesidir. Buna göre iktisadi kalkınma bir yapı değişikliği yani bir yapıdan diğer bir yapıya geçiştir. Ancak böyle bir geçiş daha çok kalkınmanın bir göstergesi, bir uyarıcı faktörü olabilir. Kalkınma için yatırım artışı, teknolojik gelişme, verim artışı, reel gelir artışı, eğitim düzeyinin yükselmesi yanında, düşüncenin, zihniyetin, sosyoekonomik yapıların da değişmesi gerekmektedir.

2.5. Modernleşme ve Sanayileşmenin İktisadi Büyüme ve Kalkınmadaki Yeri

Büyüme ve kalkınma modern iktisadi düşünce ile ortaya çıkmış olgulardır. İngiltere’de ortaya çıkan Sanayi Devrimi sonuçlarını kimsenin tahmin edemeyeceği bir değişim ve dönüşüm meydana getirmiş, ortaya çıkan yeni üretim biçimlerinin sosyal, kültürel ve demografik ne tür kırılmalara yol açacağı öngörülememişti. Hobsbawn’ın “karanlığa doğru sıçrama” şeklinde nitelediği bu devrim, İngiltere’yi bir dönem için “dünyanın tek atölyesi, tek büyük ithalat ve ihracatçısı, tek taşımacısı, tek emperyalisti, neredeyse tek uluslararası yatırımcısı” konumuna yükseltti. İngiltere’nin öncelikle kendi sanayisinin ihtiyaçlarına yönelik kurguladığı yapı, dünyanın geri kalanı tarafından uzun bir zaman evrensel sistem olarak benimsendi.

Bu açıdan sanayileşmenin ve ekonomik büyümenin tarihi, İngiliz sanayileşmesinin tarihi ile başlamış, bu ülkenin yaşadığı başarılar ya da başarısızlıklar, ekonomik büyüme kavramının içeriğinin belirlenmesinde başat rolü oynamıştır. Başarılı sayılan girişimlerin revaç bulduğu, başarısız girişimlerin terk edildiği bu süreçte neyin ne kadar zaman alacağını kimse kestirememiş, dahası hangi dinamiklerin nasıl rol oynadığını belirlemek de en azından o süreçte mümkün olmamıştır. Bu açıdan büyüme ve kalkınma literatürü uzun bir zaman süresince ilk sanayileşme tecrübeleri ile şekillenmiş ve biçimlenmiştir.

İktisadi büyümenin, modern iktisat yazınına kuramsal anlamda dâhil olması sanayileşme tecrübesinden sonra gelişmiş ve gelişmemiş ülkeler ayırımı ile başlamıştır. Bu sürece kadar iktisadi aktörlerin gelişmeye katkıları biliniyor, özellikle üretim faktörleri çerçevesinde yapılacak iyileşmelerin büyüme sürecini olumlu etkileyeceği varsayılıyordu. Ancak kalkınma ve büyüme iktisadı şeklinde ayrı bir alanın ortaya çıkması, Sanayi Devrimi’ni gerçekleştiren ülkelerin kalkınma süreçlerini tamamlamalarından sonra mümkün olmuştur. Bir diğer ifade ile az gelişmişlik ve büyüme sorunu, ancak gelişmiş ve belli bir büyüklüğe erişmiş öncü örneklerin çıkışından sonra belirginleşmiştir. Ülkelerin ekonomik kalkınması ile sanayileşme arasında yakın bir ilişki olduğu yadsınamayacak bir gerçektir. Gelişmiş ülkeler kategorisinde yer alan ülkelerin tamamı aynı zamanda gelişmiş sanayi ülkeleridir.

Üretim faktörlerinin nasıl elde edileceği ve üretimi artırmak için nasıl kullanılacağı önem taşımaktadır. Tüm bu kavramsal karşılaştırmaların yanında kalkınma kavramı, modernleşme kavramı ile de ifade edilmektedir. Çoğu zaman modern toplumların, kalkınmış toplumlar olarak nitelendirilmesi buna göre gelişmiş ekonomilere sahip olması dikkat çekmektedir. Bu açıdan modernleşme ve kalkınma kavramları da dikkatlice incelenmelidir. Modernleşme kavramı incelendiğinde sanayileşme, halkın belli ölçüde devlet yönetimine katılımı, seküler/rasyonel normların kültüre yayılması, toplumun ödeme gücünün artması olarak dört temel unsurdan oluştuğu görülmekte ve bu unsurların toplumsal yapıyı etkilediği ölçüde bütünlüğü tamamlayacağı vurgulanmaktadır.

İktisadi kalkınma kavramının toplumsal bütünlük olgusunu da içinde barındıran modernleşme; kurumların, yapıların ve sistemlerin gelişimini sağlaması ve bu doğrultuda düzenlemelerin kaynağını oluşturması bakımından da kalkınma ile yakından ilgilidir. Modernleşme, gelişmekte olan ülkelerde içeriğinde birçok çözümü barındıran ve kalkınma olgusunun bel kemiğini oluşturan bir sosyal bilim konseptidir. Modernleşmenin sanayileşmeyi ve teknoloji kullanımını arttırması, toplumsal yapıyı düzenleyerek geleneksel yapının zayıflaması, bireysel önceliklerle kendini tanıma, yetiştirme düşüncelerini yerleştirmesi gibi iki yönlü boyutunun mevcudiyeti kalkınma sürecinin temel taşını teşkil etmektedir. Modernleşme ayrı, fakat birbirleriyle ilişkili teknoloji, tarım, sanayi ve çevre olmak üzere dört alandaki değişme süreçlerinin birlikte işlemesiyle oluşur. Bu süreçler ise toplumsal yapıyı derinden etkiler ve farklılaşmaya yol açar. Farklılaşmalar başlıca siyasal, eğitim, dinsel, aile alanlarında belirginleşir. Bu anlamda modernleşme, iktisadi kalkınmayı kapsar; ancak daha ötesine gider.

2.6. Yolun Sonu: Sürdürülebilir İktisadi Büyüme

İktisadi büyümeyi insan refahının temeline oturtan yaklaşımlar, sadece materyal tüketime dayanan unsurların yaşam standartlarını artırdığını kabul etmişlerdir. Bu nedenle insan refahını artırmanın tek yolu olarak gördükleri büyümeyi, koşulsuz olarak teşvik etmek gerektiğine inanmışlardır. İktisadi büyümenin temel hedef olması gerektiğini ve bunun makroekonomik sorunlara cevap olacağını savunanlar, küresel iktisadi büyümenin son iki yüzyıldaki başarılı gelişimini dayanak olarak göstermektedirler. Temel olarak nüfus artışı ve tüketim artışından kaynaklanan küresel iktisadi büyüme, Angus Maddison’a göre son iki yüzyılda, önceki dönemlere kıyasla büyük bir artış göstermiştir. 1820 yılından itibaren, kişi başına gelir sekiz katından daha fazla, nüfus ise beş katından daha fazla artmıştır. Söz konusu gelişmeler, ilk bakışta iktisadi büyümenin başarılı olduğu izlenimini verse de bu durum yeni sorunlara zemin hazırlamıştır.

Neoklasik iktisadın öngördüğü gibi, teknolojik gelişme sayesinde artan verimlilik büyümenin sınırlarına ulaşılmasını engellememiş, aksine artan kaynak kullanımını da beraberinde getirmiştir. Bu durum, 1950’ler ve 1960’larda ortaya çıkan kirlenme ve çevre sorunlarına yol açmıştır. Örneğin; teknolojik gelişmenin sağladığı aşırı sanayileşme ve iktisadi büyüme nedeniyle, hava kirliliği önemli bir sorun hâline gelmiştir. Önemli çevre sorunlarının ortaya çıkmaya başlamasıyla, klasik iktisatta ele alınmış olan iktisadi büyümenin bir yerde sınırlanması gerektiğine dair düşünceler yeniden belirmeye başlamıştır. İktisadi büyümenin çeşitli nedenlerle yakın gelecekte yavaşlayacağı iddia edilmektedir. Bu sebeple ve bugünkü büyüme alışkanlığının refaha olan katkısının azalmış olması nedeniyle, kalkınmanın sürdürülebilirliğinin mevcut uygulamalarla sağlanamayacağı düşünülmektedir. Büyümenin mevcut haliyle devamlılığının imkânsız görünmesi, 1980’lerde “sürdürülebilir kalkınma” kavramını gündeme getirmiştir.

Kaynak: www.wikimedia.org

2.7. Sürdürülebilir Kalkınma ve Koşulları

Sürdürülebilir kalkınma, günümüzde hem ulusal hem evrensel ölçekteki çevre koruma politikalarının genel kabul görmüş ana kavramıdır. Hatta çevrenin korunmasından bahsedildiğinde ilk akla gelen kavram olması nedeniyle, onun çevre koruma sözcüğüyle özdeşleştirildiği bile görülmektedir. “Sürdürülebilir kalkınma”, sözlükte; “çevre değerlerinin ve doğal kaynakların savurganlığa yol açmayacak biçimde akılcı yöntemlerle, bugünkü ve gelecek kuşakların hak ve yararları da göz önünde bulundurularak kullanılması ilkesinden özveride bulunmaksızın, ekonomik gelişmenin sağlanması şeklinde karşılık bulmaktadır. Günümüzde benimsenmiş olan iktisadi kalkınma modelinin hemen hiçbiri çevresel kaliteyi ve doğal kaynakların deformasyonunu dikkate almadan geliştirilmiş modellerdir.

Çevresel kaliteyi ve beşeri sermayeyi de dikkate alan, kaynakların uygun değer kullanımını amaçlayan uzun dönemli tek kalkınma modeli olarak görülen “sürdürülebilir kalkınma” son yıllarda iktisat literatüründe sıkça kullanılmaya başlamıştır. Kavram ekonomi disiplini içerisinde farklı konularda istikrarın devam ettirilebilmesi amacıyla da kullanılmakta; borçların sürdürülebilirliği, turizmin sürdürülebilirliği, sürdürülebilir büyüme gibi makroekonomik tanımlar içerisinde yerini almaktadır. 1980’lerden itibaren uluslararası çevresel tartışmalarda, kalkınma, uygulamalı bilim, çevresel ve uluslararası politika alanlarında çok yönlü olarak incelenen ve odak noktası hâline gelmiş olan sürdürülebilir kalkınma kavramı, kalkınma stratejilerinin sonuçları konusunda ya da anlamı ve tanımı üzerinde çok az fikir birliği sağlanmış bir kavramdır.

Kavram bazı yazarlara göre, insan sağlığını ve doğal dengeyi koruyarak sürekli bir ekonomik kalkınmaya imkân verecek şekilde doğal kaynakların akılcı bir şekilde yönetimini sağlamak ve gelecek nesillere yakışır bir doğal, fiziki ve sosyal çevre bırakmak yaklaşımıdır. Bu yaklaşım kalkınmanın her aşamasında ekonomik ve sosyal politikaların çevre politikaları ile birlikte ele alınmasını gerektirmektedir. Bir diğer görüşe göre ise şimdiki kuşakların ihtiyaçlarını, doğal kaynakları yenilenemeyecek hâle getirmeden ve çevreyi geriye dönüşü olmayacak şekilde tahrip etmeden gelecek kuşaklara nakleden bir iktisadi sistem olarak tanımlamaktadır.

Bu tanım, iktisadi sistemin uzun dönemde insan ihtiyaçlarını karşılamada ekolojik sistemin canlılığına dayanma yeteneğini kabul etmektedir. Kaynaklarda bir azalma olması ve çevreye belli bir zarar verilmesi kaçınılmazdır. Önemli olan, kaynaklardaki bu azalmayı ve çevreye verilen zararı dönüşüm yaparak geri çevirebilmektir. Tanımlardan hareketle söyleyebiliriz ki, kavram; kalkınma ve doğal kaynak dengesini dikkate alan, kalkınmanın yararlarını bu günün olduğu kadar gelecek kuşakların da kullanımına sunan, çevreyle kalkınmanın birbirini tamamladığı kalkınma anlayışını ifade etmektedir. Bu doğrultuda sürdürülebilir kalkınmanın başarılı olabilmesi için kavramın üç boyutu üzerinde tartışmalar yapılmaktadır. Bunlar; ekonomik, sosyal ve çevresel boyuttur:

Ekonomik Boyut: Kıt olan kaynakların kullanımı ile ilgilidir. Ekonomik olarak sürdürülebilir bir sistem, mal ve hizmetleri devamlılık esaslarına göre üretebilen, tarımsal ve endüstriyel üretime zarar veren sektörel dengesizliklerden sakınan, iç ve dış borçların yönetebilir düzeyde sürdürülebilirliğini sağlayan sistemdir.

Sosyal Boyut: İnsan odaklıdır. Sosyal olarak sürdürülebilir bir sistem, eğitim ve sağlık gibi sosyal hizmetlerin yeterliliği ve eşit dağılımı, cinsiyet eşitliği, politik sorumluluk ve katılımı sağlayabilen sistemdir.

Çevresel Boyut: Biyolojik ve fiziksel sistemlerin dengeli olması öngörülür. Amaç, ekosistemlerin değişen koşullara adapte olmasının sağlanmasıdır. Çevresel olarak sürdürülebilir bir sistem, kaynak temelini sabit tutarak, yenilenebilir kaynak sistemlerinin ya da çevresel yatırım fonksiyonlarının istismarından kaçmalı ve yenilenemeyen kaynaklardan yalnızca yatırımlarla yerine yeterince konulmuş olanları tüketmelidir. Bu sistem aynı zamanda ekonomik kaynak olarak sınıflandırılamayan, biyolojik çeşitlilik, atmosferik denge ve diğer ekosistem unsurlarının korunmasını da içerir.

Hakkında AÖF Destek

Anadolu Üniversitesi, Atatürk Üniversitesi ve İstanbul Üniversitesi açıköğretim fakülteleri ve bölümleri ile ilgili detaylı bilgi sunmaya ve destek vermeye çalışan aranızdan birisi.

İlginizi Çekebilir!

Bolu AÖF Bürosu Adres ve İletişim

Bolu il merkezinde bulunan Anadolu Üniversitesi açıköğretim fakültesi adreslerine ve iletişim bilgilerine yazımız içeriğinden ulaşabilirsiniz. …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir